5 Ocak 2015 Pazartesi

İçler, dışlar.

Hafifleyerek düştüğümü hissediyorum. Düşerken de sesimi çıkarmayarak düşmeyen herkesin beklediği şeyi yaparak onları ödüllendiriyorum. Hayatım boyunca yaşadığım olayları düşünüyorum, tarihler ve yüzler farkı sadece. Tam kazanmaya yakınken kaybetmekten bahsediyorum. Bir laf vardır ya 'denedin yenildin yine dene yine yenil ama daha iyi yenil' benimki de bunun tersi bir durum seziyorum. Daha kötü yeniliyorum. Öncelikle zamanımı kaybediyorum. İnsanlara kattıklarımı bir kenara koyuyorum sonra bana kattıklarını. Benimkilerin yanında onların ki sözü bile edilmez bir kaç eşya gibi kalıyor. Hani bir evden taşınırken almaya tenezzül etmediğin ama yıllarca salonda her gelenin oturduğu eskimiş üçlü koltuk gibi. Daha burda başlıyorum kaybetmeye. Denemeye korkuyorum. Hayatımda korku denen kavramı ortaokulda beden eğitimi dersinde basketbol topuna ayakla vurumamla başladı. Okulun son günü aynı tür topa aynı öğretmenin gözleri önünde gelişine yapıştırmamla bitti. Ben öyle sandım. Şimdi öyle korkuyorum ki, kaybedecek hiç birşeyim olmadığını ve insanların bunu anlamalarından korkuyorum. Keşke kaybedecek bir evim, salonda duran televizyonum falan olsaydı. Çünkü diğer herşeyi kaybetmem yıllar öncesinden başladı. Bir gün sevdiğim bir kadının adını şehirde ki tüm sokakların neredeyse tamamına yakınına en azından kullandığım ve kullandığı kadarına yazmışlığım vardı. Oysa aldığım cevap hala kurşun gibi iz bırakarak kaldı aklımda. 'Benim de bir gururum var!' Tek istediğim benim uyanık kaldığım her dakika da aklımdan geçen ve sessizce içimden isminin güzelliğini tekrar ettiğim o adı en azından yoldan geçenlerin iki üç saniyede hayatlarında yalnızca bir kere okumaları ve söylemeleriydi. Neden bilmiyorum. Belki de sevgimi tüm insanlığa adayarak paylaşmak istememdi. Kadınlara ve aşklarıma dünyada ki herşeyden daha fazla önem veriyordum. İyi bir liseye yazılmaktan, müthiş bir üniversitede okumaktan daha çekici geliyordu bana bunlar. Çevremde arkadaşlarımın çoğu başardılar bunu. Ben onları hayranlıkla izlerken aslında daha güzel şeyleri kaçırdıklarını da düşünüyordum. Bir gün mühendislikten mezun olan bir arkadaşım yakın tarihte sarhoşluk anında 'ne çok kadın tanıyorsun lan, hepsi de güzel. Bazıları çirkin ama olsun sayı fazla' demişti. Ne fark ederdi ki? Sonuçta benim değillerdi. Onlarında bazılarının bana gıpta ettiğini sanmaya başladım belki de öyleydi. Sonra düşündüm, iyi bir işte çalışmak ama yalnız kalmak mı yoksa işsiz kalıp yada idareten bir işe sahip olup kendimce tarihin en büyük aşkını yaşadığım kadınla uyuyup, uyanmak mı diye. Hala karar vermiş değilim. Düşüyorum dedim. Evet. Düşüyorum. Delirircesine hız yapan bir şöför gibi basıyorum gaza dibe doğru. Tüm önemli gün ve haftalarda neden hüzünleniyorum anlamıyorum. Karşımda ki insanla konuşurken bir durumu yada aramızda ki ilişkiyi, hep tahmin ettiğim cevapları duydum. Onlar söylemeden ben söyleseydim ne olurdu diye kendimi yedim bitirdim. Sonunda kendime bile kalmadım. Onlar gittiklerinde geriye kocaman bir hiç kalıyordu. Ve ben her defasında kendimi toplamak için neredeyse üç dört ayımı harcıyordum. Toplama vurduğumuzda en az iki sene eder. İki sene de neler yapılabilirdi oysa. Kaç kitap okuyabilir, kendime neler katabilirdim. Ya da bir yıl boyunca içip, sonra ki bir yılı tamamen sarhoş geçirmek gibi. Ne tam dolu ne de tam boş. Çocukluğumdan lise dönemine kadar otobüslerde ve minibüslerde hep şöför yanı ve arkasında ki koltuklarda yolculuk ettim. Araba kullanmayı öyle öğrendim. Orta okulda şimdi ki kadar rahat olmayan arabaları mahallede çok rahat kullanabiliyordum. Ama bizim hiç arabamız olmadığından bu durumu kendi avantajıma çeviremedim. Şimdi trafiğe yada uzun yola çıktığımda direksiyon başında, sanki evimde önceden izlediğim bir filmi izliyormuş gibi rahatım. Bu da bana pek bir şey kazandırmadı. Sadece sigaramı yakarken hız kesmemeyi ve sarhoşken bile gayet normal bir sürücü gibi trafikte akmaktan başka. Susam sokağından okuma-yazma öğrendiğim için daha birinci sınıfta insanlar fişlerle hecelerle uğraşırken ben kitap okuyabiliyordum, takıla takıla da olsa. Ancak bu durum da beni toplumda hiç bir adım öne itmedi. Çevreme uyum sağlayamamakla geçti şu ana kadar hayatım. Ya herkesten bir adım ileride olmama rağmen aynı çizgide onlarla ilerlemek zorunda kalıyordum ya da tam tersine en az üç adım geriden geliyordum. Yalnızca askerde başarabildim herkesle aynı anda aynı ayakla adım atabilmeyi. Bunun da bana ne faydası oldu bilmiyorum. Hiç bir zaman hiç birşeyi dengeleyememek gibi psikolojik bir sorunum var diyebilirim. Yemek yerken herkesten çok ekmek yiyerek zayıf kalabiliyorum, içki içerken herkesten az meze yiyerek yine herkesten daha az sarhoş olabiliyorum. Bu hayatta herkesle eşit karşılığı ne zaman alacağımı da bilmiyorum. Çok güzel kadınlar görüyorum, yanlarında çok tipsiz adamlar. Bu adamlar bu kadınları nasıl elde ettiler diye düşünüyorum sonra aklıma mükemmel işlerde çalışan kapasitesiz insanlar geliyor. Bu iki farklı insanların aynı genlere sahip olduklarını düşünüyorum. Arada kalan ben ve benim gibiler var ama çevremde benim gibi düşünen yada davranan bir tek kadın yada erkek bile yok. Neredeyiz diye düşünüyorum, bir arada olsak yine bir şeyleri ıskalardık diye konuyu kapatıyorum. Günün yirmidört saatinde yedi saat uyuyorsam kalan sürede oradan oraya sürükleniyorum. Bir otobüs geliyor ve yığınla insanı bir yerlere götürüyor, çalışıyorlar sonra yine aynı otobüsle evlerine dönüyorlar. Beni de aralarına itmiş birisi sanki ve aralarında çarpa çarpa onlarla gidip, geliyorum. Haklarını vermek lazım bana bir tek kendilerindenmişim gibi davrananlar onlar. Birileriyle tanışıyoruz durmadan. Bir şeyler paylaşıyoruz. Üşendiğim için ya da gerçekten bilmediğim için bazen susuyorum, dinliyorum. Bana hep eksik bir insanmışım gibi bakıyorlar. Bildiğimde ya da susmadığımda özellikle anlattıklarına bir şeyler eklemek istediğimde ise kendini beğenmiş, havalı ve çekilmez bir insanmışım muamelesi yapıyorlar. Peki ben nerede duracağım, nereden bakacağım ve bu masanın neresinden konuya katılacağım? Bunu da bilmiyorum. İnançsızlığım hat safhalara çıktı. Besmele çekmeden yemeğe başlayınca karnımızın doymayacağına itiraz ettiğim, sınavlarda dualardan çok notların işlev gördüğünü savunduğum günlerden tanrıya olan inancımı sorguladığım zamanlara geldim. Bir kişi de beni dinlemez mi bu hayatta lafımı bölmeden? Dinlemedi. Dinlerken sıkıldı yada bana, sen çok şey bildiğini sanıyorsun dedi. Çok şey biliyor olsam dahi onlar yüzünden neredeyse hiç birşey bilmediğime inandırdılar beni. Askerden sonra iyi bir iş bulup, birikim yapmayı bilmiyordum ama kendimden büyüklerle onlarla yaşıtmışım gibi konuşmayı ve eğlenmeyi, bir dostun seni nerede ve neden yarı yolda bırakacağını, bir kadının seni ne kadar ve nereye kadar sevebileceğini, Beşiktaşa değer katmış futbolcuların adlarını, Anadoluda ve Doğu Anadoluda belli başlı şehirlerin hangi caddelerinin hangi meydanlarına çıkacağını ve çoğu kitabın üst üste konulduğunda bir Oğuz Atay makalesi bile etmeyeceğini biliyordum. Anlaşılan o ki, bu bildiklerim hiç bir kadının ve ailenin dikkatini çekmemiş, hatta onların nezlinde gereksizmiş. En son müstakbel kayınpederimin uzattığı sigarayı alıp yaktım diye müstakbel kayınvalidem tarafından saygısız ilan edilmiştim. Sigarayı yakmayıp, adamın arkasından akrabalarıma dedikodular yapsaydım saygılı mı olacaktım efendim diyemedim kadına. Ben sigara yakıp, saygısız olmayı seçtim. Toplum ahlakına hiç uyuşmayan istek ve arzularıma rağmen, topluma ayak uydurmaya en azından çalışırken, toplumun bazı kesimleri beni neden işe yaramaz ve ahlaksız buldu bunu da bilmiyorum. Fakat gözlemlerime göre toplumumuz en azından geçirdiğimiz son beş seneye göre onların ahlak kuralları çerçevesinde oldukça ahlaksızlaştı. Ben topluma dahil olamıyorum diye suçlanırken toplum yavaş yavaş ben ve benim gibilerin ahlakına yaklaşmaya başladı. Ancak hala biz saygısız ve ahlaksızız. Fakat onların da sokaktan eve girip kapılarını kapattıklarında bizden biri olduklarını tahmin edebiliyorum. Benim sorunumda aslında bu değil. Benim sorunum kendim de değil. Belki de sorunumun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. İşte asıl sorun bu! Sorunumun bulunamaması. Son uğradığım nişanlılık başarısızlığından sonra bu dünyadan ve hayattan tamamen umudumu kestim. Bir planım, bir hayalim vardı ve bunlar uğruna kendimden çok fazla ödünler verdim. Bunların benim için anlamı tır yüküyle ölçülebilirken, çevremdekilerin olması gerektiğin yola giriyorsun sadece, bu kadar basit demeleri ne kadar endişe verici. Deniz kıyısına kumdan bir kale yapmaya kalktım, biliyordum ki bir an dalgalar gelip yıkacak bu kaleyi derken, yan tarafa plaj havlusunu sermeye gelen tanrı yıktı kalemi. Onu artık hiç sevmiyorum. Çünkü hiç birşey olmamış gibi güneşlenmeye devam ediyor. En azından bir tebessümle beni teselli edebilirdi. Bende yeni kaleler yapardım. Ancak o kadar duyarsız ki o an orada kendimi kuma gömsem, kılı kıpırdamayacak. Bir de benden saygı duymamı bekliyorlar. tanrının 't'sini küçük yazarak ondan intikam alabildim. Eğer boyum yeteri kadar uzun olsaydı, tanrının güneşini kesmek için tepesine dikilirdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder